NEDEN RESİM?

İlkokul öncesi ve ilkokulun birinci sınıfındayken İstanbul Şişli’de komşumuz olan ressam Şefik Bursalı’nın bana verdiği tüyleri bozulmuş fırçalar, pek resim yapmaya yaramasa da, belki bende ilk resim tutkusunu ortaya çıkardı diyebilirim. 1960’lı yıllarda yağlı boya resme başlayışımdaki en büyük etken ressam ve sanat tarihçisi Avusturyalı Heimo Schrittwieser ve arkadaşım Alman asıllı Avustralyalı ressam ve fotoğrafçı Eduard Gaber olmuştur. Daha sonra Düsseldorf, Amsterdam, Münih, New York’ta tanıştığım ressamlar bugünkü çizgimde önemli etkiler yarattı. Benim için en önemli etki geleneksel Türk minyatürlerinin renkleri, büyüleyici dinginliği idi. Bu koleksiyonların bulunduğu Topkapı Sarayı ve Türk İslam Eserleri Müzesi benim için adeta birer mabet olmuştur. Belki de dedemin babasından, dedemden kalma yazma eserlerin altın yaldızlı süslemeleri, evimizin duvarındaki anneannemden, Beylerbeyindeki evden kalma Sami Efendinin Osmanlı kaligrafisi, bestekâr Ebubekir Ağanın müziği, III. Selim Han’ın besteleri, dedemin babasının dedesi Hasan Akif el Mevlevi’nin divanı, aşk şiirleri, dedem Süreyya Akif’in şiirleri, tiyatroları, eski İstanbul’un gizemli mimarisi, medreseler, hanlar, yetkinleşmemin ve benim parçalarım olmuştur. Bu kendi kültürümü, yani Türk kültürünü ve dünyayı özümsemeden herhalde bu resimleri yapamazdım.Belki de aşağı yukarı dört yüzyıla yakın bir zamandan beri ailemde yazarçizer ve şairin fazla yetişmiş olması ve İstanbul gibi bir payitahtta yaşamış olmamızın sonucu “satın alınamaz bir kültür birikimi” ve ileriye bakan bir geçmiş.

SOYUT RESİM

Soyut çalışan, soyutun felsefesini anlayan her ressam veya sanatsever için soyutun babası Kandinsky’den etkilenmemesi mümkün değildi. Onun getirdiği yeni görüş, fikir ve resimdeki düşünce olguları resim yapan zanaatkâr ve sanatçıyı daha keskin bir şekilde ayırmıştır diye düşünebilirim. Ben belki de en çok soyut ekspresyonistlerden, yani soyut dışavurumculardan etkilendim diyebilirim. Bu kavramlar bence resim yapan için önemli olmamalı, en azından benim için hiç önemi yok, fakat anlatabilmek için kullanılıyor. Robert Motherwell ve Franz Kline gibi isimler 70’li yıllarda beni etkilemişti. Özellikle Münih’te tanıştığım genç kuşaktan beni çalışmalarıyla etkileyen pek çok günümüzün ressamı oldu. 1953’de Ankara’da Türkiye’de ilk soyut resim sergisini açan Adnan Çoker ve Lütfi Günay’ı ülkemizde soyut resmin öncüleri olarak gördüğümü söylemekle herhalde diğer sanatçılara haksızlık etmiş olmam. O sergiden beri 50 küsur yıl geçmiş.   Bence bugün Türkiye’de soyut çalışan çok değerli ressamlar var. Fakat bu yapıtları satın alan, 70 milyonluk bir ülkede oldukça az. Benden resim alanların da birçoğu yabancılar. Bu arada Türk soyutçulardan Nejat Devrim ve Fahrel Nissa Zeid’i rahmetle anmak isterim. Bugün postmodernizmin de ötesine gidilmeye çalışılan dünyamızdan Türkiye’ye bakarsak, soyut çalışanlar sanki avangardist gibi gözüküyor.

Ressamlar Derneği

Türkiye’ye döndükten sonra bir taraftan da Ressamlar Derneğine üye oldum. Yurt dışı deneyimlerim ve irtibatlarım nedeniyle herhalde beni 1988’de Ressamlar Derneği Yönetim Kuruluna aldılar. Başkan Güngör Arıbal’dı. Diğer yönetim kurulu üyelerini Prof. Bahattin Odabaşı, Sevim Tunçyıldız Gürsoy, Yalçın Erkurt, Selcan Odabaşıoğlu, Coşkun Şensoy ve ben oluşturuyorduk. 2008’de tekrar Yönetim Kurulunda çalıştı.

Soyut & Soyut Ekspesyonizm

Ben 1960’lı yıllarda ve yurtdışına gittiğim 1974’e kadar sürrealist tarzda çalışıyordum, denilebilir. Yurtdışında yaşadığım bundan sonraki yıllarda önce soyut ekspresyonizme, soyuta yöneldim. Sanatçının dünyasına diğer insanların girmesine bence pek imkân yok gibi. Bu nedenle, zaten sanatçının tam olarak anlaşılabilmesi veya kendini tam olarak anlatabilmesini beklemek gerçekçi olmaz. Bazı duyguları paylaşabilmek, hele hiç tanımadığınız insanlarla, çok güzel… Eğer olabiliyorsa… Benim sürrealistten, nonfigüratif akımdan “minimal painting” türüne, Osmanlı kaligrafisi ile New York Bronx türü grafiti çalışmasını aynı tuvalde birleştirme denemelerim oldu. Kolaj, karışık teknikler, genelde yağlıboya ve akrilik ile aklıma eseni denedim, deniyorum. Hep yenilik arıyorum… Son yıllarda tuval üstünde bazı bilgisayar parçaları kullanarak kendime göre resimde yeni bir boyut getirdiğim denemelerim oldu. Benim için resim yapmak bir nevi meditasyon. Duygular ve düşüncelerin özgün bir şekilde tuvale yansıması… Bu çok önemli benim için.

Soyut ve soyut dışavurumculuğun en güzel tarafı çevredeki dünya yerine beynimdeki dünyayı, objeler yerine duyguları düşünceleri yansıtabilme olanağı….  Soyutta ben, resimde kendi dilimi kullanabiliyorum diyebilirim. Ben Türk kültüründen geliyorsam da, belki de uzun yıllar Alman ve Amerikan toplumları içinde çalışmış olmamdan kaynaklanan evrensel kültürümle, soyuttaki tarzımla evrenselliğe çok kolay ulaşabiliyorum sanki. Resimlerimde Türk-İslam geleneğinden öğeler kullanıyorsam da, evrensel bir düzeyi belki yakalayabildiğim için, belki de bu nedenle, daha çok yabancılar benim resimlerimi alıyorlar.  Daha önce benden resim almış olan yabancılar, yurtdışından yazıp tekrar resim istiyorlar. Bu beni çok mutlu ediyor. Soyutu anlamak, anlatmak ülkemizde sanki biraz zor gözüküyor.

Türk Resmi & Resim Müzeleri

Türk resmi için ne yapmak lazım? Bazen Ressamlar Derneğindeki bazı arkadaşlarla kendi aramızda sohbet ederdik. Tabii ki çok şey yapılabilir.  Sanat yapıtları satışında gerçek anlamda vergi bağışıklığı olmalıdır. Yaşayan ressamların eserlerinin satışından hiç vergi almamak gerekir. Sadece, yaşayan sanatçıların yapıtlarını alan şirket, kişi ve kurumlar, oteller, tatil köyleri, restoranlar, vs. satışta sanatçıdan aldıkları makbuz meblağını tümü ile masraf olarak vergiden düşebilmeli.

Ancak bu yönde bir an önce TBMM’den bir kanun çıkarsa ülkemizde resim ve diğer görsel sanatlar çok kısa bir zamanda gelişir ve sanatçı rahatlar. Evet, bu iş bu kadar basit diye düşünebiliriz. Yoksa zaten az olan resim sevgisi ile bana göre hiçbir gelişme olmaz. Resim sanatının geliştiği ABD’nin birçok eyaletinde ve Hollanda gibi birçok ülkede gelişim bu şekilde olmuştur. Eskilerin dediği gibi lafla peynir ekmek gemisi yürümez. Sanat derneklerini, galericileri, ressamları ve de kaypak siyasetçileri bu yönde çalışmaya davet etmek gerekir.  İstanbul’da ve Ankara’da bir an önce birer “Modern Sanat Müzesi” açılmalıdır.

Bunun için en uygun yer gerçek sanat ortamının içinde olmalıdır. İstanbul’da iki bölge var. Birincisi galerilerin, atölyelerin ve sanatçıların yoğun olarak bulunduğu Nişantaşı-Teşvikiye-Maçka, diğeri Beyoğlu bölgesidir. Nişantaşı-Maçka bölgesindeki Maçka Teknik Okulu, Nişantaşı Kız Lisesi ve Maçka Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi binasına kadar bu binalar modern sanat müzesi için biçilmiş kaftandır. Konumları açısından trafik bakımından zaten öğrenciler buraya ulaşmakta zorluk çekmektedirler. Beyoğlu bölgesinde ise Hyatt otelin karşısındaki Teknik Üniversite binası çok uygun bir konumdur. Devletin tarafsız ve yeni atılımlarla Modern Sanat Müzesi açması Türkiye’de görsel sanatların gelişmesi için çok önemli olacaktır.

Sanatçıların yoğun olarak bulunduğu İstanbul ve Ankara’da büyük çapta iki modern sanat müzesi açılmalıdır. Veya Üniversiteler de bu işe el atabilirler. Benim de bir soyut yapıtımın yer aldığı Edirne Modern Sanatlar Müzesi, Edirne Üniversitesi Rektörlüğü tarafından ön ayak olunarak kurulmuştur. Güncel sanat veya modern sanat, Batı modernitesinin yansıması şeklinde veya modern akımları yansıtan eserler verme çabasında görülüyor. Modern resim sanatı kitle için anlaşılmaz gibi görünürken, bence modern sanat yapıtları oluşturan sanatçılar kendi kültürel, bölgesel ve tarihsel geçmişlerine bağlılık gösterirken modernleşme çerçevesinde sınırsız özgürlük içinde olmayı yeğleyerek kültürel, toplumsal ve hatta siyasal değişimleri yansıtıyorlar denebilir. Güncel resim sanatında hem geçmişe, hem de özellikle günümüze ve hatta modernliğe eleştirel bir tutum sergiliyor. Güncel sanat özgürlük ve özgünlük içinde bütün dünyada çeşitliliğe dayanıyor. Bu çeşitlilik belki akımlar oluşturmuyor, fakat sanatçıya büyük özgürlük veriyor. Ben de resimde aklıma esen her konu, her teknik, her boyayı özgürlük ve özgünlük içinde denemeğe çalışıyorum. Özgürlük ve özgünlük benim için çok önemli. Bu olgular beni modern resme çekiyor. Şüphesiz bütün dünyada da sanatçıyı “güncel sanata” çeken bu sonsuz özgürlük ve özgünlük olgusudur. Ancak bu sonsuz özgürlük ve özgünlük güncel sanatı kitle için karmaşık ve anlaşılmaz kılıyor diyebiliriz. Bunun sonucu güncel sanatın dünyada ve Türkiye’de de sanki dar çerçevede kalmış bir uzmanlar gurubuna hitap ettiğini söyleyebiliriz. İletişim teknolojisi sonucu ufalan dünyamızda güncel sanatla ilgili ufak gruplar bir şekilde bütün dünyada birbiri ile yakın bir bağlantı içindeler, aynı pul toplayanlar veya antika meraklıları gibi.

Modern Resim

Modern sanat müzeleri, sanat fuarları, bienaller, bazı küratörler, önemli sergiler bir yerde eleştirel düşünceye sahip olan veya erişimi olan bir kesimle bağlantılı sanki fakat beri yanda bu çevreler para kaynaklarına da yakın. Toplumu eleştiren, düşünceyi irdeleyen sanatçıların bir kısmına bunların ulaşması ve o sanatçıları bir tür tekele almaları görünümü modern sanat simsarlarının oluşması, sanatçıyı, acaba bunlar modern sanata paraya çevrilir bir mata, uranyum, elmas veya altın, döviz gibi mi bakıyor, sorusuna yöneltiyor. Aklımız karışsa da ve aklımız her şeye ermese de, güncel sanatla ilgilenen kesim bütün dünyada bir azınlık. Fakat önemli ve güncel sanata katkısı olan bir azınlık denebilir. Sanatseverin de yaşadığımız zamanla, güncel sanatla ilgilenmesi, güncel sanattan ne anladığımız konusunda daha derinlemesine düşünmesi gerektiği kanısındayım. İnsanlarla konuşunca veya sergilerime gelenlerin bazıları ile konuştukça, güncel sanatın çeşitliliğinin getirdiği çoğulcu yapıtlar üzerinde düşünmenin ve anlamaya çalışmanın herkes için pek de kolay olmadığını görüyorum. Asıl sorun güncel sanat üzerine düşünmek, düşünebilmek, güncel sanatın felsefesini irdeleyebilmek. Geçenlerde 2013 Şubat’ında Ordu’da parklardaki heykellere saldırı haberi gazete ve medyaya yansıyordu.

Resimde Yenilik Arayışı

Genelde “yenilik” arayışı var. Ben altmışlı yıllardan beri yeniliği arıyorum. İnsan ve sanat var oldukça yenilik arayışı sürecektir diye düşünüyorum. Toplumun katı kurallarına, otoriteye karşı resim sanatında veya sanatsal resimde biçimsel bir yenilikçi karşı duruş görülse de, hala çiçek böcek çizmeyi resim sanatı (!) olarak değerlendiren görüş ülkemizde oldukça yaygın. Özellikle 1980 sonrası toplumsal, kültürel ve ekonomik değişimler sonucu resimde görülen tepkilerin benzerini edebiyatta, beyaz perde yapımlarında görüyoruz. 1990’lı yıllarda belki en çok göze çarpan değişiklik “halk için aydınlatıcı”, “aydınlanmacı” rol sanatçıların çoğu tarafından terk edilmiştir denebilir. Tabii her resim yapan “sanatsal resmi” takip etmiyor. Beri yandan takip etmek zorunda da değil. Batının Batısı Yeni Dünyadan, Batıdan gelen popüler kültürün etkisi yadsınamaz.

Sanatı etkileyen İstanbul’daki değişime dönersek, siyasi partilerin ellili yıllardan beri tapu tahsis belgesi dağıtımı ve oy avcılığı sonucu Anadolu’dan İstanbul’a göç adeta teşvik edilmiş, büyük ümitlerle gelen saf insanlar perişan şartlarda üst üste yaşadıkları gecekondu semtleri oluşturmuşlardır. Biraz daha geçmişe gidilirse I. Dünya Paylaşım Harbi öncesi birbirine sokakta, vapurda her zaman yol veren nazik insanların İstanbul’unda, nezaketleri sonucu birbirlerine yol vereyim derken Şirket-i Hayriye vapurlarının bu yüzden hep geç kaldığından söz edildiği günlerden, nerelere geldik. Ortamın değişmesi şüphesiz sanatçıyı etkiliyor. Sanat çevresi de bunları bir ölçüde yansıtmakta… Sanatın ve sanatçının özgürlüğü de, yaratıcılığı da bu tezatlar içinde kıvranıyor denebilir.

Günümüze göre en avangardist denecek postmodernin de ötesinde sanatsal çıkışlar veya haykırışlara rastlanırken, yarı soyut ne olduğu tam olarak gözükmeyen nü resimlerin bile sergilenmesi bazı galerilerde sorun olabiliyor. Bütün bu değişim ve gelişimlerde tuvale resim yapanlar ve son yıllarda video v.s. gibi enstalasyon üreten sanatçılar arasında bir tür gerilimin varlığına da değinmeden geçemeyiz. Bütün bu bizim yerel, toplumsal değişimlerimiz veya çeşitlilikler bazı hallerde sanatçıyı kendini ifade ederken saldırganlaşmağa zorluyor denebilir. Sonuçta 2000’li yıllarla beraber sanat, resim sanatı çağdaş evrensel gelişime uyumlu olarak bizde de daha “özel” bir konuma geldi denebilir. Yani çağdaş sanat Türkiye’de de dar bir çerçevede kalıyor ve bir tür özel ilgi alanı olan insanlara hitap etmeyi yeğliyor. Çağdaş sanata ilgi duyan dar bir çerçeve dışında kitleler çağdaş sanatla ilgilenmiyor gibi. Bu durum benim resim anlayışıma da bir ölçüde uyuyor. Hep söylediğim gibi, 1909’daki Kandinski’nin manifestosundan beri tam 100 yıl geçti. Ve çağdaş resimden anlamayanlar hala sanatçıdan açıklamalar bekliyor. Hâlbuki eğitim devletin işi, sanatçının değil. Anlayan anlar, beğenen beğenir ve zevk duyar! Bence ne herkes çağdaş sanatı anlamak zorundadır, ne de sanatçı bu konuda bilgisi olmayan kitlelere kendini anlatmak için yırtınmak zorundadır. Bu şekilde çağdaş sanat, dar bir çerçevede, kendini anlayan seçkin sanatseverler, bienaller, sergiler, koleksiyonerler, modern sanat müzesi küratörleri, eleştirmenler, kitaplar, sanat dergileri arasında bir tür özel ilgi alanı olan seçkinler arasında, kendi içinde dünyaya kapalı bir şekilde kalmaktadır denebilir.

Postmodernizm

Günümüzde, sanat ve kültür yaşamı çok süratli bir şekilde ilerlemektedir. Happening, popart, Newage, postmodernizm hatta Zeitgeist kültür ve sanat yaşamında dünyada yerini almaktadır. Postmodernizm siyasette bile kullanılıp, hatta Türkiye’de gerici ilerici tartışmalarında da yerini almaktadır. Kültürel veya sanatsal açıdan bakarsak postmodernizmi çağdaş akım ve eğilimlerin doğal bir uzantısı ve aynı zamanda da karşıt bir gelişmesi şeklinde yorumlayabiliriz. Postmodernist dünyada bilginin üretilmesi çok süratli bir şekilde internet ve diğer iletişim araçları ile iletilmesi ve gene çok kolay bir şekilde saklanması belki de en önemli toplumsal ve kültürel olgu olarak karşımıza çıkıyor diyebiliriz. Örneğin serçe parmağı kadar ufak bir bellek kartı içine onlarca kitap ve resim müzesi sığdırılabilmektedir.

Kısaca postmodernizm hem modernizmin devamı hem de aşılmasıdır denebilir. Düşünce ve kültür dünyasını yönlendiren düşünürlere göre postmodernizmin tam anlamıyla ne olduğu, ne demek istediği, kimi içerdiği, neye karşı çıktığı veya neyi desteklediği pek de açık değildir, diyorlar. Biz acaba kültürel anlamda Doğu Batı kültürleri çekişmesi içinde, ilerici gerici çekişmesi içerisinde postmodernizm gibi dünyayı etkilemiş, mimariden siyasete kadar uzanan alanlardan ne anlıyoruz? Felsefe ve sanatta kültürün değişik alanlarında günümüzün bireyciinsanının belirli bir sanatsal görüşü ve inancı olmadan çeşitli fikirler ve akımlar içinde kendine uygun gelenleri seçen ve değişik siyasi kültürel sanatsal sistemlerden fikirleri birleştiren postmodern bir insana ne kadar yakın veya uzakız? Onu ve dünyayı bu açıdan bakınca anlayabiliyor muyuz? Postmodernizm veya Türkçe söylemeye çabalarsak “art-çağdaşçılık” dünyada bilgisayar ve bilişim kültürüne yeni yaşam biçimine sınır tanımayan özgür ve gelişmeci görüşlere tüketim dünyasının değerlerine uyum sağlayan her türlü zengin anlatım seçeneklerinin tümünü alıverir denebilir. Postmodernizm bunları kullanır, değerlendirmeye yatkın bir felsefi, siyasi ve sanat görüşü olarak çoğulcu kozmopolit bir görüntüde Uzak Batının ve Batının yaşam ve kültür değerleri ile cinselliğinden görsel sanatlarına kadar birçok olgu ile bütünleşir diyebiliriz.  Bu değişik akım bile, ben bu satırları yazarken veya kitap basılırken, bu arada yeni odaklara yönelen sanatçılar, düşünürler tarafından hızlı yaşamımız içinde çok geride kalabilir diye düşünüyorum. Bence günümüzde sanat akımları, “bilmem neizm” ve ona uygun olma zorunluluğu gerçek güncel sanatçı için yanlış bir tutum. Önemli olan kişinin, sanatçının çağdaş evrensel sanat bilinci içinde “özgür ve özgün” olması. Türkiye 1839 Tanzimat Fermanı ile Osmanlıda yüzünü Batı’ya çevirmiş ve bir “Frenkleşme” “Batılılaşma” yani taklitçilik başlamıştır. Resimde de Batı ruhunu anlamadan Batı taklitçiliği başlamıştır. Batı yani Avrupa, antik Grek, Roma ve Hıristiyan kültürü, Türkiye ise Türkistan yani binlerce yıllık Şamanist geçmişe dayalı Türk ve İslam kültürü üzerine inşa edilmiştir. Bu her iki zıt kültür birbirine tarihsel süreç içinde siyasi olarak da karşıt olmuştur. Dolayısıyla “Frenkleşme” veya “Batılılaşma” hiçbir zaman gerçekleşmeyecek en büyük tarihi yanılgımızdır. Önce sözde aydın ve sanatçıların bu olguyu algılaması gerekir. Türkiye ve Türk sanatı ancak evrensel değerler çerçevesinde kendi özgün kültürü üstüne özgüvenle inşa edilebilirse, Batı taklitçiliğinden kurtulur ve dünya sanat çevrelerinde özlemini duyduğu kişilikli saygın yeri alabilir.